SON XƏBƏRLƏR

TÜRKÇÜLÜĞÜN VE TÜRK SOSYALİZMİNİN BABASI ALİ TURAN (HÜSEYİNZADE ALİ)

2021.10.20, 07:36
TÜRKÇÜLÜĞÜN VE TÜRK SOSYALİZMİNİN BABASI ALİ TURAN (HÜSEYİNZADE ALİ)

Gunaz.tv

GünAz TV: Ali Turan (bu yüzyıl başında Türk basın hayatında tanınan adıyla Hüseyinzade Ali) geniş Türkçülüğün olduğu gibi Jeurés tarzında idealist sosyalizmin de önderlerinden, hatta en bilgili önderi idi. Bu bakımdan, ilk “Turan” şiirini yazan Hüseyinzade Gökalp’e öncülük ederken, 1914-18 savaşı arasında çıkan [1917-18] “Yeni Mecmua”daki fikir faaliyetine katılmadı.

 

Milli iktisat, teşebbüsü koruma ve tesanütçülük tezini savunan Tekin Alp imzası yanında onun bir satırı çıkmadı. Refik Halid’in “Harp Zenginleri”ni edebi sohbet içinde yermekle kaldığı sırada, Gökalp “İktisadi Vatanperverlik”ten bahsediyordu. [Sayı: 43-1918]. Hüseyinzade’nin ileri gelen İttihatçılardan olmasına rağmen bu susuşunu açıklayan 1918 yılında Stockholm’deki sosyalist kongresine (Akil Muhtar’la beraber) katılması Kara Kemal’e yazdığı “Açık Mektup” çok dikkate değer bir isyan olarak kaldı. Hüseyinzade’yi mütareke sonunda tanıdım. On dokuzuncu yüzyılın Batılı ilim adamları tipinde, orta boylu, narin, yüzüne çok güzel bir ifade veren beyaz sakallı alim o sırada Tıp Fakültesinde profesördü.

 

Tıbbiyeden babamın sınıf arkadaşı olması aramızdaki büyük nesil farkına rağmen bu büyük idealiste yaklaşmamı temin ediyordu. Babamla görüşmek için bizim eve pek seyrek gelirdi. Fakat Türk Ocağı’nın, İttihat ve Terakki’nin, Türkçülüğün ilk rehberlerinden olan Ali Bey’i Ocakta her zaman görmek kabildi. O da Gökalp gibi gençleri sohbetleri ile etrafına topluyordu. Tartışmalara girdiği zaman bütün yaş ve derece farklarını unutuyor, mevkile değil, yalnız fikirle konuşuyordu. O zamandan sonra konuşmalarımız sıklaştı. Anadolu masallarından Tahir’le Zühre’yi manzum piyes halinde yazmıştım. Dede Korkut hikayelerinden Tepegöz’ü manzum bir masal halinde yazıyordum. İlerisi için “Kerem”i yazmayı düşünüyordum. Örneklerim Wagner’in drame musical’leri ve son yüzyılın eseri olan Kalevala gibi destanlardı. Kalevala’nın da serbest nazımla ilk iki parçasını Türkçeye çevirmiştim.[2] Mektep ve arkadaş çevremde bu tarzda bir edebiyatı yaymak istiyordum. Haluk Nihat bunun ilk ve belki o zaman için tek meraklısı oldu. Tahir’le Zühre, Şah İsmail ve Süleyman Şah’ı[3] manzum hikaye olarak yazdı[4]. Fakat bu düşüncelerimi açacak ve bana yardım edecek ileriki nesillerden kimseyi bulamıyordum.

 

Siyasi hayata dalmış olan Gökalp’e yaklaşmak güçtü. İşte bu sırada Hüseyinzade Türkçülerin başlarından ve bizi dinleyen, yol gösteren biricik insan oldu. Bir gün Türk Ocağı’nda (1920) bu dede ve torun gibi mahrem ve sıcak, içimi açacak bir büyük insan bulduğum için sevinç içinde kendisiyle konuştuğum sırada yeni yazmaya hazırlandığım bir dramı, Şehname’de geçen “Siyavüş” hikayesine ait dramı anlatıyordum. Siyavüş burada İran’la Turan arasındaki mücadelede vatan ve insanlık duygularının çatışmasına kurban oluyor. Henüz daha nazım veya nesir mi yazacağımı kararlaştıramamıştım. Bu bahsin tam ehli olan Hüseyinzade Siyavüş hikayesi üzerinde etraflı izahat verdi.

 

Günlerce bu konuda konuştuk. Ben yazdıklarımı okuyor, o tenkit ediyordu. Tahir’le Zühre piyesini de babamın evinde ve kendisinin Süleymaniye Camii’ne giden sokaktaki kira konağında günlerce dinledi. Konuşmalarımız edebiyattan ibaret değildi. Tıp Fakültesi profesörü, Rıza Tevfik gibi şöhreti olmamasına rağmen cidden filozoftu. Durkheim’le Bergson arasındaki tezat üzerine dikkati çekmekle beraber onların birbirini tamamladıklarını ve bütün varlığı anlamak için ikisinden de vazgeçilemeyeceğini anlatıyordu. Böcek alimi J. H. Fabre’den bahsediyor, böcekler ve içgüdüler aleminin harikalarına dair pek çok şey anlatıyordu. Buradan sosyalizm fikirlerine geçiyor ve biyolojik, felsefi görüşünün zaruri neticesi olan sosyalizmi canlıların hayatından çıkarıyordu. O sırada Türkçülüğün ufuklarına dokundu. Onun hangi zaruretlerden doğduğunu uzun uzun izah etti. Bir yandan da milletlerin dayandığı klasik medeniyet (humanité)[5] temellerinden söz ediyordu.

 

Bu hususta Abdullah Cevdet ve Gökalp’ten ayrıldığı görülüyordu. Onca Türk milletinin dayanacağı klasik medeniyet (humanisme) yalnız Batının temeli olan Yunan-Latin medeniyeti olamaz. Çünkü bir yandan Müslüman’ız; bu bizi Hıristiyan Avrupa’dan ayırır. Bir yandan da 12 yüzyıl İran-Arap humanisme’i içinde yoğrulmuş bulunuyoruz. Masallarımızın, destanlarımızın kökleri oradan geliyor. Ne kadar batılı olursak olalım, kültürümüzü yoğuran Arap-Fars humanisme’inden vazgeçemeyiz. O halde tarihi kaderimiz bizi çift humanisme’e bağlanmaya mecbur ediyor. Doğu ile Batı arasında köprü olmamız Hüseyinzade’ye göre geçici bir hal değildir. Bundan sonra Batı medeniyeti içinde yaratacağımız kültürümüzde de bu hal devam edecektir ve orijinal olursak bu tarzda olacağız. Hüseyinzade’nin çift humanism fikri o vaktin Avrupacılarına olduğu kadar şarkçılarına, İslamcılarına da yabancı bir fikirdi. Ben de bu fikri yadırgamadım dersem yanlış olur.

 

Sabırlı, alçak gönüllü, cana yakın üstat kendisine bu bakımdan cephe yapanlarla her seferinde yeniden tartışmaya girmeden yorulmazdı. Beni tamamen kandırdı diyemem. Fakat bu fikrin üzerimde daima bir soru işareti, bir problem halinde tesiri devam etmiştir. Hüseyinzade Ali Bey - ki sonradan kendi ortaya attığı fikrin sembolü olarak Turan soyadını almıştır - tıp fakültesinin siyasi fikir bakımından çok ateşli bir sınıfının talebesi imiş. Babam da aralarında olan o sınıfta Şerafettin Mağmumi, İbrahim Temo, Cenap Şahabettin, Abdullah Cevdet, Dr. Nazım, Rıza Tevfik, Bahaettin Şakir, İbrahim Tali vb. bulunuyor. Bunlardan bir kısmı edebiyat ve felsefe alanında çığır açmış ve şöhret yapmış insanlardı[6].

 

Babamın anlattığına göre Hüseyinzade fakülteye oldukça yaşlı olarak gelmiş. Oradaki talebelerin hepsinden büyükmüş; bir de kara sakalı varmış. Daha önce yaptığı üniversite tahsili üzerine Rusya’dan kaçarak ikinci defa tıbbiyede okumuş. Sessiz ve gösterişsiz tavrına rağmen siyasi ve felsefi fikirleri ile arkadaşlarına tesir etmeye başlamış. Onlarla birlikte İttihat ve Terakki’nin başına geçmiş, fakat gösterişsiz ve gürültüsüz mizacı onun hiçbir zaman elebaşı bir lider olmasına imkan vermemiş. Her vakit küçük toplantılardaki mütevazi telkinleri ile akranları üzerine tesir ettiği halde hiçbir zaman baş olmayı düşünmemiş. Birçoklarına okuyacakları kitapları tavsiye etmiş. Henüz Durkheim’in yalnız adı bilindiği ve Ahmet Şuayıp’ın ondan cümle arasında kısaca bahsettiği devirde sosyolojideki ehemmiyetini anlatmış; fakat Bergson’a daima daha yakın kalmış. Fikir ve siyaset arkadaşlarına sonuna kadar vefakarlık göstermiş ve ilave edeyim ki 1921’den sonra kendi bildiklerimle de şahit ki, göstermişti.

 

Doktor Hüseyinzade Ali Bey 1864 senesi Şubatı’nın 24’ünde Bakû vilayetinde Salyan şehrinde doğmuştur. Babası Tiflis Müslüman (Türk) mektebi öğretmenlerinden Hüseyin Bey’dir. Daha küçük yaşta iken anasının vefatından sonra, çocukluğu büyük babası, Kafkas şeyhülislamı Hüseyinzade Ahmet Salyani’nin yanında geçmiştir. İlk tahsilini Tiflis Müslüman mektebinde yapmıştır. 1875’te Tiflis klasik birinci gymnase’ına girmiş, büyükbabası Şeyh Ahmet Salyani ile onun dostu [Feth] Ali Ahundzade’nin sohbetlerinden faydalanmaya başlamış, onun tesiri ile edebi çevre ile temasa başlamıştı. Gymnase talebeliğinden itibaren Türkçeye, Türklüğe ve Türkiye’ye bağlılık duymasında, Türk dünyasının uyanması için her şeyden önce Türkiye’ye dayanmak gerektiği fikrinin doğmasında Şeyh Salyani ve Ahundzade’nin büyük tesirleri olmuştu.

 

Feth Ali, Azerbaycan Türk dünyasında Türkiye’de Ahmet Vefik Paşa’nın yaptığı işi yapmış, Moliere’den tercümelere başlamış ve büyük Fransız komedi yazarlarından belki de Gogol’dan mülhem Azerbaycan hayatına ait komediler yazmıştı. Fakat Ahmet Vefik Paşa gibi onun da Batı edebiyatındaki bilgisi ve anlayışı kendi çevresi üzerinde derin iz bırakmıştı. Hüseyinzade Ali 1885’te Petersbourg Üniversitesi fiziko-matematik şubesine girmiş; 1889’da oradan mezun olduktan sonra[7] Türklük ve Türkçülüğü daha yakından takip etmek arzusu ile İstanbul’a gelerek 1890’da askeri tıbbiyeye yazılmıştı.

 

Tıbbiye hayatında yüksek ve mütevazı ahlakı, bir yandan tabiat ilimlerine, bir yandan felsefeye, Şark ve Garp edebiyatlarına ait derin bilgisi ile arkadaşlarının sevgi ve saygısını kazandı. Aynı zamanda çarlık idaresine karşı kuzey Türkleri arasında uyanan isyan ve hürriyet duyguları ile dolu olduğu için bu da ayrıca tıbbiye gençlerinde Abdülhamit idaresine karşı uyanmaya başlayan isyan duygularını beslemiş ve onlarla hemen anlaşmıştı. Bu genç hürriyet idealistleri Ubeydullah Efendi ile temasta bulunuyorlardı. Bir gün ilk defa Sirkeci’de bir kahvede (çok muhtemel ki Meserret kıraathanesinde) Hüseyinzade Ali Ubeydullah Efendi’yle tanıştılar. Bu sırada Ali Bey’in Rusya’da çarlık idaresine karşı nihilistlerin gizli cemiyetlerinin altışar kişilik gruplar halinde nasıl faaliyete geçtiklerini anlatması üzerine Ubeydullah Efendi ile İshak Sükuti teşkilat yapılmasına karar vermişler ve ilk defa “İttihat ve Terakki” cemiyetini kuranlar arasında bulunmuşlardır.

 

Hüseyinzade 1895’te tıbbiyeyi bitirip Haydarpaşa askeri hastanesine memur edildi. Burada iken Teselya Yunan harbine katıldı, harpten dönüşünde (1900) müsabaka imtihanını kazanarak tıbbiye mektebine cilt ve frengi hastalıkları muallim muavini tayin edildi. İttihat ve Terakki’ye mensup olması ve Hamit idaresinin siyasi tatbikatına uğraması yüzünden bu vazifesinde uzun zaman kalamadı. 1903’te Kafkasya’ya kaçmaya mecbur oldu. Kafkasya, Hüseyinzade’nin doğduğu memleket olduğu için orada da Türkçülük ve hürriyet yolunda mücadele çareleri aradı. Azerbaycan ve Dağıstan Türklerinin aydınlatılması için yayınlar yapmaya kalktı.

 

Rus-Japon savaşı Rusya’nın yenilmesi ile sona erince, her tarafta olduğu gibi Kafkasya’da da ihtilaller başlamış ve meşrutiyetin ilanını kolaylaştırmak için Rusya’nın her yanından Petersbourg’a heyetler gönderilmişti. Bu sırada Kafkas Türkleri de meşrutiyetten mahrum kalmamak için on bir kişilik bir heyeti Petersbourg’a gönderdiler. Bu heyet içerisinde Hüseyinzade Ali de vardı. Heyet Rus Duması’nda Kafkas Türklerinin mebuslarının bulunması kararını aldı. Aynı zamanda bu fırsattan faydalanarak Rusya’da yayınlanmasına o vakte kadar izin verilmeyen Türkçe gündelik bir gazetenin imtiyazını da aldı.

 

Gazete şu dört kişi tarafından çıkarılacaktı: [Hacı] Zeynelabidin Tagiyef, Hüseyinzade Ali, Ağaoğlu Ahmet, Ali Merdan Topçubaşoğlu. Bu gazete “Hayat” adında çıkacaktı. Hüseyinzade iki sene kadar bu gazetenin müdürlük ve başyazarlığını yaptı. Hüseyinzade’nin “Hayat”da çıkan yazılarının en mühimleri şunlardır: “Türkler Kimdir ve Kimlerden İbarettir?”, “Bize Hangi İlimler Lazımdır?”, “ Yazımız, Dilimiz ve Birinci Yılımız”. Ali Turan ikinci makalesinde İslam-Türk kavimlerinin kalkınması ve modernleşmesinde şu üç düstura göre hareket etmesi gerektiğini iddia eder ve ispata çalışır. Bu düsturlar “Türkleşmek, İslamlaşmak, Avrupalılaşmak”tır. Bu üçlü görüş daha önce biraz müphem olarak Ali Suavi tarafından ileri sürülmüş ve savunulmuştu. Fakat Ali Suavi henüz Türkçülüğün kuvvetle uyanmadığı ve Namık Kemal’in Osmanlı-İslam zihniyetinin hâkim olduğu bir devirde yaşadığı için fikirleri unutuldu. Hâlbuki Hüseyinzade’nin teklifi tam zamanında idi. 1905’te Tiflis’te ileri sürülen bu fikir 7 sene sonra 1912’de hararetli taraftarlar buldu.

 

Ziya Gökalp “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı yazısını önce makale, sonra küçük bir risale halinde yayınladı. Fakat Hüseyinzade’nin yazısında Ali Suavi’nin, bu son eserde de Hüseyinzade’nin adları görülmüyor. Bununla beraber, değerbilir Gökalp Hüseyinzade Ali’nin ilmi üstünlüğü ve değerini her vesile ile ilandan çekinmez ve kendisine büyük bir saygı gösterirdi. Hüseyinzade’ye “Yalvaç” lakabını[8] veren de odur. Ali Turan sonradan yine Tiflis’de “Fuyuzat” adlı bir dergi yayınlayarak onun da müdürlük ve başyazarlığını yaptı (1906). Orada da Ağaoğlu Ahmet ile birlikte çalışıyordu. “Füyuzat”da yayınladığı makalelerin konuları tamamen Türkçülüğe aitti[9]. Son zamanlarda yeni Azerbaycan edebiyatını marxisme metotları ile tetkik eden bir Azeri Türkü, yeni Azerbaycan edebiyatının devirlerinden birine “Füyuzat edebiyatı” adını veriyor. Fakat hakikatte Ali Turan’ın Füyuzat’ı kapandıktan sonra komünist idaresi zamanında “Yeni Füyuzat” adı ile çıkan dergi ile bunu karıştırmamak lazım gelir[10]. “Füyuzat” kapandıktan sonra Hüseyinzade yine Kafkasya’da “İrşad”, “Terakki”, “Hakikat” gazetelerinde çalıştı.

 

Daha “Hayat” gazetesi yayınlanmadan önce de Hüseyinzade Kafkas Türklerinin ülkü ve fikirlerini savunmak üzere Rusça yayınlanan “Kaspi” gazetesinin başyazarlığını yapmıştır. Ali Turan Bakû’da “Saadet” mektebini kurmuş ve orada ders nazırlığı yapmıştır. O tarihte Rusya’da çarlığın baskısı artmış, basın ve yayın güçleşmişti. Aynı yıllarda Celal Ünsi[zade] Bey Dağıstan’da[11] “Keşkül” dergisini, İsmail Gaspıralı Kırım’da “Tercüman-ı Hakikat”ı çıkarıyordu. Fakat Türkiye Türklüğüne öteki cereyanlardan daha bağlı ve aklı daima İstanbul’da olan Hüseyinzade daha fazla Bakû ve Tiflis’te kalamayarak 1910’da İstanbul’a geldi. Yeniden müsabaka imtihanı ile cilt ve frengi hastalıkları şefliğine tayin edildi[12]. Hüseyinzade, gördüğümüz gibi, İttihat ve Terakki’nin kurucularından ve en eski üyelerinden idi. Türkiye’ye dönüşünde merkez-i umumi azalığına getirildi. Siyasi partinin 1910-1918 arası en faal uzuvlarından idi.

 

Türk Ocağı’nda devamlı sohbetleri, konferansları, telkinleri ile gençleri etrafına topluyor ve Gökalp’le beraber o günün ülkücü hareketini canlandırıyordu. Fakat ne Gökalp kadar coşkun ve verimli, ne Yusuf Akçura kadar polemikçi, ne Hamdullah Suphi gibi hatip idi. Gökalp gibi o da kalabalıkta konuşmazdı. Çekingen ve alçak gönüllü mizacı ile gösterişsizliği yüzünden, büyük kitle üzerinde değil, düşünürler üzerinde çok tesirli idi. İstanbul’da Kafkas Türkleri Maarif Cemiyeti İstişare üyeliğinde (1913), Maarif Vekâleti ilmi ve milli eserler tetkik cemiyeti üyeliğinde, Yüksek Sıhhiye Meclisinde (1916), Türk-Macar dostluk yurdu umumi merkezi (1916) üyeliğinde bulundu. Balkan Savaşı sırasında Kızılay hastanelerinde çalıştı. İlmi ve siyasi vazifelerle birçok yerlere gönderilmişti. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda hükümet tarafından Kafkasya’ya gönderildi ve bu sırada Azerbaycan’ın yeni milli bir devlet halinde kurulmasına oranın başka ileri gelenleri ile birlikte çalıştı. Y. Vezirli[13] İstanbul kütüphanelerindeki çalışmasıyla Azerbaycan Türk edebiyatı tarihini yazmıştı. Aynı sırada Azerbaycan Türklüğünü kurtarmaya çalışanlardan Resulzade [Mehmet] Emin de İstanbul’a gelmişti. Hüseyinzade beni kendisi ile tanıştırarak “İkiniz de Siyavüş’ü yazıyorsunuz. Biriniz siyasi, ötekiniz milli-insani gaye ile. Tanışınız” demişti. Vakıa Resulzade’nin aynı yılda (1921) “Asrımızın Siyavüşü” adlı bu eseri Türkiye’de çıktı. Bu eserde Azerbaycan’ın siyasi talihi milliyetçilik ile komünizmin arasında ezilmiş olarak gösteriliyor ve bu Türk ülkesi Siyavüş’ün dramına benzetiliyordu[14].

 

Ondan pek az sonra komünist idaresinin Azerbaycan’da Türk idaresini yıkması üzerine Yusuf Vezirli ve Resulzade[15] Paris’e gittiler ve orada güçleri yettiği kadar “Prométhée” adlı bir Fransızca dergi çıkararak davalarını savunmada devam ettiler. Birinci Dünya Savaşı sırasında Hüseyinzade Yusuf Akçura ve daha birkaç arkadaşı “Turan Heyeti” adı ile Orta Avrupa’da Türklük için bir propaganda seyahatine çıktılar. Ondan sonra da Dr. Akil Muhtar ve Nesim Muslih Beylerle birlikte Stockholm’de toplanan milletlerarası sosyalist kongresine gönderildi[16]. Bu kongrede çok dikkate değer Fransızca bir tebliğ okudu. En sonra 1926’da Bakû’da toplanan Türkoloji kongresine Fuat Köprülü ile beraber Türkiye adına delege olarak gönderildi. Kongre müzakerelerine sonuna kadar katılan ve birçok esaslı müdahalelerde bulunan Hüseyinzade kongreye ait muntazam notlar almış ve bu notlarını saklamıştır. Rusça, Fransızca, Almanca, Arapça ve Farsçayı biliyordu. İngilizce, eski Yunanca ve Latinceye de Gymnase tahsilinde başlanmış olan bir miktar vukufu vardı. Hüseyinzade ayrıca resimlerle uğraşmış ve klasik resim anlayışına uygun olan birçok yağlı boya tablo bırakmıştır.

 

Evinin bahçesi büyük bir botanik seri halinde idi. Tabiat ilimlerine ve tabiata olan sevgi nazari olarak kalmazdı. Günlerinin bir kısmını bahçede yetiştirdiği çiçek ve bitki seri içinde geçirir, misafirlerine bunları gösterir, her biri hakkında Latince adları ile etraflı izahlar verirdi. Hatırımda kaldığına göre, üç çocuğu vardı. İlim ve siyaset hayatında, Türkçülük idealinde olduğu kadar aile hayatında da emsalsiz bir baba idi. Muhterem zevcesi Edhiye Hanım bu evin bir sevgi ve saygı yuvası olmasını sağlayan en mühim amil idi. İlk çocuğu ve oğlu Selim Turan babasından resim kabiliyetini almıştı; daha pek gençken başarılar gösterdi; bugün Fransa’da tanınmış ressamlardan biri oldu.  Kızı Saide Turan (evli olduğu için soyadı değişmiştir) Lyon Üniversitesi’nde fizik tahsil etti. Küçük kızı Feyzaver Turan idi. Babasının ressamlığı oğluna, tabiiyeci kabiliyeti de kızına miras idi. Saide Hanım sonra İstanbul’da Atatürk Kız Lisesi’nde öğretmen oldu. Babamla birlikte bir gün İçtihat evine gittik. Abdullah Cevdet, Hüseyinzade, Fuad Köprülü orada idi. Bir başka seferinde Baltacıoğlu da vardı[17]. Ali Turan tıbbiye dersleri dışında humanism alakasına, Türkçülüğe hizmetine o kadar çok zaman ayırıyordu ki, onun bazen hekim olduğu unutulabilirdi. Bununla beraber, bizi burada ilgilendiren etraflı çalışmaları dışında tıpta da mühim hizmetleri vardı. Bunlardan biri hazırlamakta olduğu Büyük Tıp Lügati  idi ki, yarım kalmıştır. Ali Turan 1931’e kadar tıp fakültesindeki profesörlüğüne devam etmiş, o sene emekliye ayrılmış ise de, yine 1933’e kadar ders vermeyi bırakmamıştır. O tarihte zaten münzevi yaratılışlı olan üstat Süleymaniye’deki konağı bırakarak Üsküdar’da İhsaniye’ye taşındı.

 

Son seneleri Adam Smith’in “Milletlerin Zenginliği” adlı eserinin tercümesi ve Tıp Lügati’nin hazırlanması ile geçti. 1940 senesi 17 Martı’nda (Pazartesi) bir angine de poitrine krizi ile vefat etti. Selimiye Tekkesi karşısında Karacaahmet mezarlığındaki aile kabrine defnedildi. Hüseyinzade ne yazık ki, bilgisinin genişliği, idealizmi ve sözle yaptığı tesir nispetinde çok eser bırakmadı. Dr. Mehmet Refi ile birlikte Fransızcadan çevirdiği “Veba Mikrobu” kitabı ile Anton Çekof’un Rusça bir hikâyesinin tercümesi eserleridir. “Siphilis” adlı tıbbi eseri tamamlanmış ise de bastırılmamıştır. Tıp fakültesi meclisince profesör Kemal Cenap’la birlikte yazılmasına memur edildiği “Tıp Lügati”nin birinci kısmı fakülte dekanlığına verilmiş, geri kalan kısmı bitmeye yaklaşmıştı. Adam Smith’in “Milletlerin Zenginliği” adlı tanınmış eserini Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Heyeti’nin isteği üzerine tercüme etmiş, fakat eser Devlet Matbaası’nda basılırken harf inkılabı yüzünden yarım kalmıştır[18]. Yukarıda zikrettiğimiz Azerbaycan’da çıkardığı gazete ve dergilerdeki yazılarından başka Mısır’da çıkan “Türk” gazetesinde[19], İstanbul’da birçok gazetelerde daha önce başladığı konular (Türk dili, Türk dünyası, Türk âleminde humanisme’in rolü, ilim terimleri) hakkındaki yazılarını yayınlamaya devam etti. Bu arada Ubeydullah Efendi için de bir seri makalesi çıkmıştır. Baku’da Türkoloji kongresine katıldığı zaman, orada okuduğu tebliğ olan “Garbın İki Destanında Türk” adlı küçük bir eseri aynı şehirde neşredilmiştir.

 

Hüseyinzade “Hayat” dergisinin beşinci sayısında (1905, Tiflis)[20] “Türk[ler] Kimdir ve Kimlerden İbarettir” adlı yazısında, modernleşme tarihimizde ilk defa humanisme eğitimi hakkında sistemli bir görüş savundu. Yazı esasında milliyetçiliğin iyi bir ifadesidir. Fakat bu bakımdan “Tarih-i Cihan”[21] sahibi Süleyman Paşa, Mustafa Celalettin Paşa[22], hatta Şemsettin Sami ondan önce gelirler. Şu kadar var ki Türkçülerden hiçbiri henüz Batı medeniyeti önündeki durumumuz, eskiden beri bağlı bulunduğumuz İslam medeniyeti ile bu yeni hareketin münasebeti, ilim terminolojisi üzerinde düşünmüş değildi. Vakıa daha Türkçülük hareketi doğmadan önce modernleşme, batılılaşma hareketi uyanmıştı. Fakat ilk batıcılar aynı zamanda Osmanlıcılardı. O devirde yalnız Ali Suavi’de İslamlaşma, Modernleşme ve Türkleşme yolları arasında görülen çatışmaların zahiri olduğu, bu üç cereyanın birbiriyle uzlaşabilecekleri hakkında bir sezgi, bir öngörüş vardı. Fakat sarayın, halkın ve arkadaşlarının hücumlarına uğrayan bir fikir adamı sonraki nesillerde unutuldu. Hüseyinzade’nin “Hayat”ta çıkan ilk yazıları Türkçülüğün Modernlik ve İslamlıkla münasebetini ilmi bir şekilde ileri sürmüş olması bakımından mühim bir adım teşkil eder: “Lisanımızı, kavmiyetimizi, tarihimizi, büyüklerimizi, kahramanlarımızı, dinimizi lekelemek isteyen garazlı neşriyata aldanıyoruz.

 

Bunların ne maksatla yazılmış olduğunu bilmiyoruz. Türklükle iftihar ettiği halde Türk’ün kimlerden ibaret odluğunu bilmeyen ne kadar muharririmiz var. Saad bin Ebu Vakkas’ın medeniyete hizmetini İranlılardan değil, Araplardan sorun. İranlıların eski medeniyetini mahvettiği halde İslam-Arap medeniyetine hizmeti vardı. Zamanımızda Moltke, Bismark Fransızların felaketine sebep olduğu halde Almanların velinimetidir. Lord Kitchnerden Boer’ler şikâyetçi, İngilizler son derece memnundur. Timur’un da Türk medeniyetine hizmeti Kıpçak, İran, Osmanlı ahalisine değil, Orta Asya Türklerinedir. Bunu Semerkand’ı süsleyen mimari eserlerinden, onun neslinden gelen Uluğ Bey ve Babür’ün eserlerinden, Çağatay edebiyatına şeref veren şiirlerden sormalıdır. Tarihteki büyüklerimize dair hakikati meydana çıkarmak için önce kendimizi tanımalıyız. İçimizde Özbeklerin, Kırgızların, Başkırtların Türk olduğunu bilmeyenler var.

 

Bunun için mesele çok mühimdir. Bu mesele ile bugün değil, asırlardır uğraşmak lazımdı. Geçmişte ihmal edilmiş bir meseleyi geleceğe bırakmayıp şimdi ele almalıdır. Helsinki’de Fin ve Uğur meselelerini inceleyen bir ilim cemiyeti var. Petersburg Üniversitesi’nde Türk kavimlerinin hayatını tetkik eden bir bölüm olduğu gibi, Akademi üyeleri arasında da bu sahada ün kazanmış Radlof gibi büyük âlimler var. Macaristan’da bu araştırmaların ne kadar ilerlediğini göstermek için Vambery ve Ujfalvy’nin adlarını zikretmek yeter. Bütün Avrupa’da ise bu yolda çalışan şarkiyatçıların adlarını saymak için gazete sütunları yetmez. Danimarka gibi küçük bir memlekette bile mühim keşifleriyle Türk tarihine hizmet etmiş Wilhelm Thomson gibi değerli ilim adamları vardır. Meselenin ehemmiyetinden dolayı Avrupa’nın bazı yerlerinde aylık ve yıllık dergiler neşrolunuyor. Gariptir ki, bu soru en ziyade Türklere ait iken, aramızda bu yolda ilim adamı yetiştirmek nerede, Avrupa âlimlerinin Türklere dair araştırmalarından haberi olanlarımız bile pek azdır.

 

Vakıa son zamanlarda Şemsettin Sami, Necib Asım gibi değerli zatlar bu sahada bir çığır açmak teşebbüsünde bulundular. Ancak bundan ileri gidemediler. Niçin? Çünkü meseleye ilim mensuplarının birleşik kuvvetleriyle çalışarak cemiyetler, üniversitede bölümler açmak, Türk arkeolojisini aramak için uzak memleketlere ilim heyetleri göndermek lazımdır”. “Gazetemizin Dili” adlı yazısında Hüseyinzade (“Hayat”, No. 7, 1905) İslam humanisme’i ve Batı medeniyeti arasında bir tercih yapma durumunda kalan Türk aydınları arasında ilk defa onları uzlaştırmayı düşünüyor. Ona göre Türk kültürü on üç asır İslam humanismi tesiriyle yoğrulmuştur. Bu tesiri atamayız. Modernleşme ile bu humanist eğitim arasında çelişme yoktur. Garplı kendi ilim terimlerini ölü dilleri olan Latince ve Yunancadan aldığı gibi biz de ilim terimlerimizi yarı ölü, yarı diri olan Arapça ve Farsçadan almalıyız. İslam humanismi ile modern medeniyetin, İslamlaşmak ile Muasırlaşmanın uzlaştırılması ne derece başarılı olabilir? Burası ayrı bir konudur. “Gazetemizin dilini mi sadeleştirmeli, yoksa cemaatimize öz dili olan Türkçeyi mi öğretmeli? Mesele burada. Reyimize göre, yazdığımızdan daha sade, Kafkas’ta söylenen şivelere daha uygun yazmak mümkün değil.

 

Hepimiz ayrı bir yerden gelmişiz. Bu şivelerin birini tercih edemeyiz. Onları birleştirmeliyiz. Çünkü ayrı ayrı hangi şiveyi alsak bir eksikliği vardır. Yeni Türkçe artık eski Türkçe değildir. Mesela, Ali Şir Nevai gibi, desem ki “Uçmak içre hayat tabgaylar - Tamuğdan necat tabgaylar”, uçmağ’ın cennet, tamu’nun cehennem olduğunu içimizde anlayan olacak mı? Hayır. Çünkü bunlar eski Türkçedir. Yeni Türkçe ise bir yandan İslam medeniyetinin, bir yandan tarihi vakaların tesiriyle Arapça, Farsçadan birçok kelimeler almış, zamanla dilimiz bu iki dille kaynaşmıştır. Türklerin milli karakterleri İslam olmaya uygun olduğu gibi, dilleri de Farsça ve Arapça kelimeleri almaya elverişlidir. Nasıl Rus, Fransız, İngiliz gibi yeni Avrupa dilleri ilerleyebilmek için Yunan ve Latin dilleri gibi ölü dillerden faydalanmakta iseler, yeni Türkçe de bugün bir bakımdan ölü, bir bakımdan diri olan Arapça ve Farsçanın lügat hazinelerini kendine kaynak olarak aldı. Bu suretle Türk şivelerinden biri olan Osmanlı dili o kadar genişledi ki en yüksek fikirleri, en ince hisleri ifadeye Arapça ve Farsçadan daha kuvvetli bir hale geldi. Bu hali ile Avrupa dilleri ile rekabet edebilir. Şu kadar var ki yeni Türkçe Arapça ve Farsçanın yalnız sözlüğünden faydalanır. Yoksa onların gramer ve syntax’ını, dil kaidelerini kabul etmez. Çünkü kendi dil kaideleri bu dillerden daha basit, daha kolay, bundan dolayı daha mükemmeldir. Sözlük bakımından da Türkçe Arapça ve Farsçanın bütün kelimelerine meyil göstermez; öz varlığına uygun olan kelimeleri alır[23].

 

Bunun için yezd, kitî, gûn, diraht gibi kelimeler dilimize giremeyerek bunlara Allah, akıl, cihan, dünya gibi sözler tercih edilmiştir. İlimler ilerledikçe icatlar, keşifler çoğaldıkça çevremizden yeni şeyler alacağımız için bu şeylere yeni adlar vermek lazımdır. Avrupa dilleri bu adları Latin-Yunan dillerinden alıp yaratıyorlar. Sanılmıştır ki Yunan-Latin dilleri yeni Avrupa dillerinden daha geniştir ve bu ölü dillerden her yeni icat için adlar hazırdır. Hayır! Bu diller ölmüş oldukları için onların sade ve muayyen manası olan bir kelimesi alınıp basit veya mürekkep halde başka manada kullanılıyor. Mesela, son senelerde icat edilen fotoğraf, telegraf, fonograf, telefon v.b. aletlerini alalım. Bunları eski Yunanlılar bilmedikleri için dillerinde de bu aletlerin adları olamayacağı meydandadır. Ama ışık, ses, yazı bugünkü gibi Yunanlılar zamanında da mevcut olduğu için bu kelimelerin karşılığı elbette onlarda da vardı. O halde Avrupalılar için ışık, ses, yazıya mahsus öz kelimelerini yine bu manalarına hasrederek Yunan kelimelerini yeni icat ettikleri aletlerin adı olarak kullanmak, böylece dillerini zenginleştirmek için ne mani var? Biz de ne için Avrupalılar gibi hareket etmeyelim? Niçin Türkçemiz için Latin-Yunan dilleri makamında olan Farsça ve Arapça dillerine başvurmayalım? Gerekir ki biz de fotoğraf’a “pertevnüvis”, fonograf’a “sadanüvis”, telefon’a “durşinev” v.b. diyelim. Bu suretle dilimizi genişletelim[24].

 

Şimdi şöyle sorulabilir: dilimizi yabancı kelimelerle doldurmalı mı, yoksa dilimizdeki eksikleri tamamlamak için bu dille dini, tarihi ve edebi münasebetleri olan Arap ve Fars dillerine başvurmak mı doğru? Elbette içimizde öz dilin değerini bilen herkes ikinci yolu tutar. Arapça, Farsça kelimelere karışık, çirkin diyenlere sorarım: kapitalist, ekonomya, pres direktörü gibi sözler mi, yoksa sermayedar, iktisat, matbuat müdürü mü daha karışık ve çirkindir? Bir eseri Avrupa dillerinden çevirirken sözü gerçek ve belirli manası ile mi tercih etmeli, yoksa halkımızın kolay anlaması için asli manayı bozmalı mı? Geçenlerde bir makalede Rusça mir zaklyuçit sözünü sulh akdetmek diye çevirmek istiyordum. Arkadaşlarımdan biri buna itirazla “sulh etmek” yazmalıdır dedi. Lakin “sulh etmek”le “sulh akdetmek” bir midir? “Sulh etmek” sade barışmak demektir. Sulh akdi ise kanun ve tüzüğüne göre iki tarafça imzalanmış şartnamelerle barışmak demektir. Eğer dilimizde sulh bağlamak demek mümkün olsaydı bunu tercih ederdim”. Hüseyinzade Ali’nin bu yazısında ilk defa 1905’te savunduğu bu fikir 1911-12’de Ziya Gökalp tarafından benimsenerek “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı kitabında temel fikri teşkil etmiştir. Gökalp’in ilim terimlerini kutsal kitabın dilinden almak kaidesi bu ilk teklifin biraz değişmiş bir şeklidir.

 

Nitekim yine onun “Türkçeleşmiş Türkçedir” kaidesi de Ali Turan’ın bu yazısında açıkça ifade ediliyor. Ali Turan bu suretle ilk defa Türk dünyasında Türkçülük, İslamcılık, Avrupacılık arasında bir tezat olmadığını ileri sürüyor. Hâlbuki o zamana kadar İslamcılarla Avrupacılar en gergin bir çatışma halinde bulunuyorlardı. Türkçüler modernistlere yakın olmakla beraber daima İslamcılarla uzlaşmış değillerdi. Bu gerginlik Türkçülüğe karşı tepki halinde Osmanlıcılar ve kısmen İslamcılardan geliyordu. Türkçülük sanki İslam medeniyetinden gelen bütün gelenekleri kaldıracakmış gibi ona karşı cephe alıyorlardı[25]. Fakat Hüseyinzade’nin meseleyi koyuş tarzı bu çatışmaları ortadan kaldıracak mahiyettedir. Umumi görüş olarak değerli ve gerçekle ilgili olduğu için sonrakiler üzerine tesir etti ve bugün de Türk kültürünün İslam medeniyeti içinde yoğrulmuş kısmının temel olduğu görülüyor. Bu bakımdan Hüseyinzade’yi yarım asırlık fikir tarihimizin büyük önderlerinden biri saymalıdır. Şu kadar var ki ne onun ileri sürdüğü ve hiçbiri tutmamış olan farsça yeni teknik terimler, ne de Gökalp’in sonradan teklif ettiği ve çok kullanması yardımıyla birkaç yıl alışılan Arapça yeni ilim ve teknik terimleri bu konudaki ihtiyaçlarımızı halledecek gibi görünmüyor. Ondan sonra geçen yarım asır bu terimlerin ya milletlerarası çağdaş medeniyetten olduğu gibi alınması yahut bulunabildikçe kendi dilimizden karşılıklarının konuşması gerektiğini gösterdi. Hüseyinzade “Yazımız, Dilimiz, İkinci İlimiz” adlı seri makalesinde (“Terakki” gazetesi, 1909-1327 Muharrem) Arap harflerinin kullanıldığı devir için mühim olan bir dil meselesine dokunuyor. Bu da yazının fonetik değil, etimolojik bir esasa göre yazılması prensibinin savunulmasından ibarettir. O sırada Azerbaycan’da “Saadet” mektebinde talebenin eline Türkçe bir okuma kitabı veriyorlar.

 

Beş-altı öğretmen tarafından yazılmış olan bu kitap[26] eski harfleri fonetik esasa göre yazmaktadır. Bu yazış tarzı, Hüseyinzade’ye göre, Türk dilinin en esaslı kaidesi olan telaffuz ahengi kaidesine aykırı birçok şekilde doğurduğu gibi, bu tarzda yazınca Türk lehçe ve şiveleri birbirinden ayrılacaktır. Mesela, biz “bana, sana” diye yazarız. Bunu Azeri Türkleri “bene, sene” diye, Kazanlılar “minge, singe”, Anadolu köylüleri “banğa, sanğa” diye okurlar. Hüseyinzade’ye göre, yazı bir nevi şifredir. Kelimenin muayyen bir tarihi oluşu, kendi gramer kaidelerine göre bir kesin şekli vardır. Bu şekil telaffuzlara, lehçelere göre değişmez: “Gramer kaidelerine göre edatlar adeta bir hiyeroglif halini almıştır” diyor. Bunun en iyi misalini de Çin ve Japon yazılarında buluyor. Her edatın, her kelimenin muayyen şekli vardır; o bizim şurada böyle, başka yerde başka türlü telaffuz etmemize göre değişemez. Bu hususta Türkçe ile Rusçayı karşılaştıran Hüseyinzade Rusların dilinde bu esasın olmaması yüzünden her telaffuzu ayrı şekilde yazarak içinden çıkılmaz bir duruma düşüyorlar diyor. “Bir Rus Türkçe öğrenmek isterse şeklini hiç değiştirmeyen “-lar” edatını öğrenir. Fakat bir Türk Rusça öğrenmek isterse ne yapsın? Her kelimenin, kulaktan öğrenerek, ayrı ayrı cemilerini yapmaktan başka çare yok” diyor. Dilin fonetik değil, etimolojik esasa göre yazılacağını anlatırken, İngilizce ve Fransızcayı da misal olarak veriyor. “İngilizcede her kelimenin ayrı tarihi bünyesi vardır. Bu bünye telaffuz şekillerine göre değişmez” diyor. Hüseyinzade’nin bu tenkitlerine aynı gazetede kitabı yazanlar birkaç makale ile cevap verdikleri gibi, kendisi de bu cevapları tekrar karşılamakta olduğu için tartışma uzun müddet sürmüştür. Hüseyinzade Azerbaycan’da bu tartışmaları yaptığından birkaç sene sonra onun tesiri ile İstanbul’da da Hakkı Tarık ile Fuat Köprülü arasında aynı konuda bir tartışma oldu. Hakkı Tarık hem derslerinde, hem “Donanma” dergisindeki yazılarında fonetik yazı tarzını savunuyorken Fuat Köprülü ona karşı etimolojik yazıyı savunmakta idi.

 

Bununla beraber, “İkinci İl” adlı Hüseyinzade’nin tenkit konusu olan kıraat kitabını yazanlar arasında Necip Asım’ın bulunması bu hareketin Türkiye’de başlamış olduğunu gösterir. Arap harflerine ait olan bu tartışma, başka bir şekilde, Latin harfleri için de varit değil midir? Latin harflerini kabul ettiğimizden beri yazımızın bünyesi tamamen fonetik olmuştur. Fakat bazı kelimelerin son harflerinin cümle yerine göre değişmesi halinde, başlıca has isimlerin yerine göre başka harflerle bitmesi gibi görünür mahzurları vardır. Ayrıca bu yüzden gramer kaideleri ve fiillerin tasrifi de bozulmaktadır. Dilin fonetik esasa göre yazılmasının okuma bakımından kolaylığı meydandadır. Fakat bu kolaylık kelimelerin bünyesini ve gramer esaslarını bozmamalıdır. Şu halde, tartışmada orta bir yol bulmaktan yola çıkmak doğru olur. Bu noktalar henüz Türk Dil Kurumu tarafından ciddi olarak ele alınmamıştır. Dileriz ki bu noktada kelimelerin şahsiyetine, gramer kaidelerine sadık kalmak üzere, fonetik yazı metodu kullanışlı bir hale getirilsin. Fakat Hüseyinzade’nin haklı olduğu başka bir nokta da aynı yazı şeklini türlü şive ve lehçeler ayrı ayrı okuyabilecekleri halde, eğer fonetik kaide tatbik edilirse her şive ve lehçenin ayrı bir imlası olacağı, ayrı bir yazı tarzının meydana çıkacağı, bu yüzden müşterek Türk edebi dilinin parçalanacağıdır. Arapçada Irak, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika Arapçaları şive, hatta lehçe bakımından birbirinden ayrıldığı halde, edebi Arap dilinin birliğini kaybetmediği, bu sayede bütün Arapların telaffuzları ne olursa olsun kitap dilinde anlaştıklarını görüyoruz.

 

Bu da bugün değilse yarın Arap birliği emelinin kaybolmamasını temin etmektedir. Hâlbuki Hüseyinzade’nin şiddetle hücum ettiği fonetik yazı tarzı bütün Türk lehçelerine tatbik edildiği zamandan beri edebi dil parçalanmış, adeta birbirinden İtalyanca, İspanyolca, Portekizce gibi ayrı diller meydan çıkmaya başlamıştır. Bu bakımdan Türkçülük önderinin ne derece haklı olduğunu kestirmek yarınki nesillerin işidir. Hüseyinzade’nin dikkate değer eserlerinden biri 1908’de Tiflis’te[27] çıkan “İrşad” gazetesinde tefrika edilmiş “Siyaset-i Füruset” adlı alaycı (humorıstıgue) ve hicivli (satırıque) eseridir. Yazar tefrikanın başında bunu Oliver Swift gibi atların cemiyetine ait bir tasvir olduğunu ve konunun Rus yazarlarından Doroşeviç’in yine kazak atlarına dair alaycı (homoristique) bir eserinden mülhem olarak yazdığını söylüyor. Daha başta siyasetin ceza ve idam anlamında kullanıldığını, “Siyaset-i Füruset” ile de atları ölünceye kadar kamçıladıklarının kastedildiğini anlatıyor. Bu nükteli mevzu içine Hüseyinzade bütün Şark: Eski İran, Türk-İslam tarihini, onun çözülmemiş meselelerini, sosyal krizlerini koymaktadır. Kitapta zengin bir İran edebiyatı, Türk tarihi erudition’u görülüyor. Bu makalenin hacmi bu kitabın tafsilatına girmeye elverişli değildir. Yalnız şu kadar işaret edelim ki Hüseyinzade burada Erasmus gibi Batı humanistelerinin eski Yunan-Latin mitolojilerine ve tarihlerine dayanarak yaptıkları şeyi İslam, İran, yani bizim tarih boyunca bağlı bulunduğumuz Şark Humanismi içinde yapmaktadır. Burada Şehname’nin kahramanları, Şeyh Fazlullah, Türk hükümdarları ve başka tarihi veya efsanevi şahsiyetlerin ağzından asrımızın en mühim siyasi ve içtimai meseleleri konuşuyor. Bazen Fazlullah ile Kiyumers öyle uzun bir konuşmaya giriyorlar ki orada insan bütün çağımızın meselelerini, meşrutiyet, istibdat, sosyalizm, milliyet davalarını semboller halinde dile geldiğini görüyor. 

 

Hilmi Ziya Ülken

Açar Sözlər :

SEÇİLMİŞ XƏBƏRLƏR

Çox oxunanlar